3 Kasım 2025 Pazartesi

SONSUZLUĞUN PERDELERİNİ KALDIRMAK

 

SONSUZLUĞUN PERDELERİNİ KALDIRMAK

Yaşamın içinde birbirinden habersiz ve zamansız çekilmiş boşluktaki fotoğraflarda buluyorum, dünyayla bağlılığı. Bir perdenin puslu yansıması, sonbahar yapraklarının kuru hışırtısı, iç içe geçmiş oda kapılarının kahverengileri, neşeyi içine sığdırmış kumların dinlenişi, akşam güneşinin duvara asılı sevilen bir resme düşen ışıltısı… Tüm bu yapabildiğim betimlemelerde varlığımın sonsuzluğu beliriyor. Aynı zamanda dünyayla bağlılık denildiğinde… Beliriyor, başlıyor ve kayboluyor. Şayet boşluktaki tılsımlarla kurulan ünsiyet -bu bir fotoğraf da, bir ezgi de olabilir- hiç bilmediğin ama kalbinin özlemini çektiği ruhunun bilmediği, hiç tanımadığı çiçekleri koklatmayı özletmiyor mu insana? Ya da insana hiç tanımadığı yerleri aratmıyor mu?

Her insan, kalbindeki yankıların durağı ve bu yankılardan çıkan seslerin kendi merkezine giden yokuşların, düzlüklerin şarkısı değil midir? Bu düzlükleri, kimisi küçük yaşında, kimisi kendimi arıyorum dediği yaşta, kimisi sahiplenici “ben’ini” yolcu ettiğinde, kimisi sevmeyi öğrenmek istediğinde, kimisi ise yalnızca yokuşlara ve düzlüklere sarıldığında… “Sevgili uzaklar, benliğimden uzak düşmek istemiyorum, demiyor mu?”

Kimisi yüzyılların ötesinden seslenir, kimisi tarihin sayfaları, taş duvarları, çizilen parçaları… Peki şimdi benim yaşadığım yüzyıl ya da şimdiye kadar yaşamış olan yüzyılların ya da yaşayacak yüzyılların insanları için nasıldır durum? Başka bir tarif yapılmış mıdır bizler için? Gökdelenler yarışırken ağaçlarla; sesler, bunca gürültü duyurmuyorsa insana kendi sesini, mekanikleşme yerini alırken her gün dönen dünya içinde… Benlik nasıl yaşanılır tüm bunların içinde? Hz. Fatıma nasıl aranılır, nasıl yaşanılmak ister birçok zaman bu ıssız olan baş döndürücü mekânlar arasında? Bu her gün birbirini takip eden eylemler, günü bitirmiş olmanın verdiği geçici, küçük mutluluk kıvılcımlarıyla Hz. Fatıma’nın varlığı nasıl bulunur? İnsan kendi benliğinde Hz. Fatıma’yı nasıl yaşar? Hz Fatıma’nın tüm erdemlerini gösteriyorken kitaplar sayfalar boyu bilgilerle; onu aramak, onu tanımak nerede, hangi mekânlarda bilinmek istiyor?

 Yaşam kimileri için bir parça ekmek, bir parça güneşle üşümekten koruyan güneş; kimileri için zaman kelimesinin bir illüzyon olmayışı… Yaşam kimileri için bitimsiz bir eğlence, kimileri için daha gitmesi gereken uzun yollar, kimileri için okuyacağı kitaplar, gezeceği yerler… Kimileri için bir babanın evine ekmek götürme isteği, kimileri için çok fazla anlam, kimileri için birkaç güzel hatıra, kimileri için bir secdenin asırları olurken; kimileri için birbiri ardınca sıralanan gece ile gündüz, baharla-yaz, yeşillerden griliğe giden mevsimlerin geçişleri… Ve tüm bunların arasında kendinle kurduğun ilişkinin seni nereden alıp nerelere götüreceğinin fotoğrafı, yani gönül bağlılıkların… Değil midir yaşam tüm bu yaşadıklarımız? Hatta yaşamadıklarımız?   

İnsanın gönül bağlılığı olan kişiler ve mekânlar her zaman tüm yaşadıklarımızın içinde naifçe çizdiklerimizin içindedir diye düşünüyorum. O yüzdendir “yaşam kimileri için…” diye başlayıp uzun uzun bitiremediğim cümlelerim. Her nereye gidiyor ve yaşıyorsan o yaşadıklarında gönül bağı kurduğun birlikteliğin yansımasından başka kimse değildir. Gökdelenler olabilir, bu yüzyıllar sana ait olmayabilir, kalabalıklarda kendini duymuyor olabilirsin ya da tüm yeşillikler senin etrafında dönebilir. Uzak düştüğün yakınlıklar olabilir. Yakınlığı bulduğum dediğinde bu bir rüya olabilir.

Bu nedenle Hz. Fatıma olmak, mekânları kendine yük bilmediğin, kendi volkanlarından süzülerek taşıdığın tüm inceliklerinin ahengi olabilir. İnsan olarak –kadın olarak- her nerede ve hangi güçlüklerden geçmişsen ve yaklaşmışsan kendine “o anlatamadığın” olabilir. Hoşluğunu taşıdığın davranışlarının seni temsil edişi olabilir. Kendini neyle ve kimlerle tanımlıyorsan Hz. Fatıma’daki güzellik yansımaları benliğine yakışır olabilir. Çünkü insan yakınlık kurduklarıyla anlaşılır. Sevdiklerine benzedikçe eteğindeki incilerden vermek ister. Bu nedenle kendinde yaşamaya, yaşatmaya çalıştıklarının artık senden kopup etrafa saçılan tüm ışıkları değil midir Fatıma olmak? Yalnızca bu dünyada değil sonsuzluğunda olmak istediğin, görünmek istediğin yokluk perdelerini kaldırmaktır. Eksikliğini hissettiğin yokluklarına üzülerek çare aramak değil, eksik duyduklarını dillendirmektir iç sesinle. Gittiğin, düştüğün, kırıldığın yerleri yok etmek değil unutmayı dilemektir. Kelimelerinin gücü yettiğince zarif olmaktır. İyiyi yalnızca kendin için istememek, yargılarında hükümsüz olmaktır belki de. İnsanı var edenle kurulan birlikteliğin samimiyeti değil midir Fatıma olmak?

 Bu nedenle şimdi ve burada bambaşka, hiç bilinmeyen yönlerimizi yaşamamıza imkân var, imkânlar var. Bir başka düşünüş, bir başka davranış, başka bir arayış mesela… Mesela hiç bilmediğimiz ünsiyet. Hiç olmadığımız, varlığından habersizce yaşadığımız ve yaşayacağımız ama farkına vardığımızda sonsuzluğumuzdaki perdeleri kaldıracak bir ben olmaya ihtiyacımız var. Öncelikle de bu “ben’i” olmaya çalışırken Fatıma’ya olan ihtiyacımız var…

 

                                                                                                           Leyla Taştemir

20 Haziran 2024 Perşembe

TÜM ARAYIŞIMIN BİTİMİ KENDİMDİM

 


Sabah güneşinin ilk ışıltıları, buğusu üzerinde tüten demlenmiş çay, birkaç kuş sesi, güne hazırlanan araba sesleri, bulutların güneşin önünü kapatmak için yarışırcasına salınımlı hareketleri… Olmuş ya da olmasını istediğimiz hayata doğru “Bugün yeniden başlıyorum.” dediğimiz günlerin başlangıcı… bu yaşamın hepsine doğru gidilen her şey. Hayatı, hayatın yaşanmaya değer olan tüm izlenimleri her birimizde belki her şeyi daha iyi daha iyinin içinde iyi’leri bulmak için yola koyar her sabah. Bu, kimileri için bir sabahın erken saatleri, kimileri için günün bitimi, kimileri için ise günlerin uzunluğu yılların kısalığıdır. Olmasını istediğimiz her şeyi oldurma çabasından bir sürü şeylerin toplamıdır. Belkilere yer vermek istemeyen insan doğamızın belirsizliklere katlanamayan gün izlenimleridir. Oysaki belki de her şey tam da olması gerektiği gibidir. Böyle düşünmek biraz da olsa iyi gelmez mi insana? Her şey gerçekten böyledir. Değiştirilecek yol, gidilecek daha fazla yol yoktur. O yolun üzerindeki her şey hepsiyle uyumludur. Belki de bu kadar olması, olması gerekene yaklaştığı yer, yalnızca böyle bu kadardır. Bundan daha fazlası insanın kendi doğasına, kendi bedenine yüklediği yüklerden başka değildir. İnsan olduğu kadar, olduğu haliyle güzeldir. Haliyle insan da en çok kendisi olduğu zaman, kendisiyle bağ kurup yalnızca kendi yolunda olduğu zaman yolu daha berrak ve gidilecek yolları belki de sandığı kadar uzun olmadığı yerdedir. Peki insan yalnızca kendisiyle bağ kurduğunda tamamlanmış olur, yoksa bir diğerinin varlığıyla mı tamamlanmış hisseder? Tamamlanmışlık duygusu var mıdır gerçekten? Yoksa insan zaten tamdır ve öteki dediğimiz insanlarla bağ kurduğunda bu tamlık hissinden mi yola çıkar. Modern öğretiler insanın önce kendini sevmesinden kendini sevemeyenin başkasını sevemeyeceğinden bahseder. Oysaki insan kendine biraz da ötekinden başlar sevmeye. Bir ötekinin varlığıyla kendi sevgisinin varlığını keşfeder. Yani insan kendi sevme biçimini görür. En çok kendini tanır severken.

Dünya üzerinde günler dediğimiz birbirini ardı ardına geçerken bence insanın en çok sorguladığı şeylerden birisi çok yaşamışlığı, az yaşamışlığı ya da yaşamın bazı taraflarına çokça yetişip çok tüketmiş olması değildir diye düşünüyorum. Çünkü yaşamın en gerçek tarafı ne yaşanımların içinde kaybolmak, ne çok anlam yüklemek ne de kendini bir şeylerin uğruna hapsetmektir. Ölüm gerçekliği ve ölümden sonraki geri dönülmezlik belki de tüm yaşanmışlıklara ya da yaşantılara daha şeffaf bakmamızı sağlamaz mı? Belki de tüm bu geçirdiğimiz sürenin sevincine ve acısına daha kabul edilebilir taraflar sunmaz mı? Kabul edilebilir tarafları birçok insan için az olsa da insan yaşamının acı soluklarına sevginin iyileştirici ve yatıştırıcı etkisi yetebiliyor. Yetebiliyor ve de insana iyi ki varım, iyi ki buradayım dedirtebiliyor. Böylelikle şehirlerde, ülkelerde, farklı mekânlarda,  dokularda ve yüzlerde kendini aramayı bırakıp aynaya baktığındaki gerçek kendinle tanışıyorsun. Böylelikle de aslında mekânlarda, uzaklarda, insanlarda veya yakınlarda kendini aramayı bırakıp, doğduğundan beri sende yaşayan benliğinle gerçek bir tanışıklık yaşıyorsun. Belkilere son verdiğim bu satırların sonunda tüm her yerde aradığım yaşamıma “tüm arayışımın bitimi kendimdim” diyebiliyorum.

 

İyi Okumalar

Leyla Taştemir


22 Ekim 2022 Cumartesi

TATLI BİR YAŞAM TELAŞI…

 Huzuru aramak mıdır günlerin getirdiği yoksa zaten var olan huzurun yaşanması mıdır gün içinde yaşadıklarımız… Dünya her gün kendini aynı şekil içinde sunarken aynı zamanda bin bir türlü bilinmez yaşantılara hazırlar biz insanları. Nasıl da tuhaf değil mi her gün aynı şekilde kendini sunan dünyada değişen ve dönüşen insan halleri…  Bilinmezlik yorsa da bizleri, belki de bu dünyamızı renklendirmek için vardır kendimizi yıllar içerisinde nasıl göreceğimizin gizemi… Belki de dünya aynı kaldıkça sen kendi değişimlerine şahit olasın diye vardır, güneşin tüm ışıltısını her sabah pencereye vuruşunun.  

Gün batımının güzelliğine, ışıltısına kapılırız bir akşamüstü. Işıltı rengini etrafa, denize, dağa, en uzak uzak kıyılara savurur durur. Güneş ışığını, kendinden mi alır yoksa gün içinde topladıklarını mı etrafına saçıp da gitmek ister bilinmez. Bilinmezlikler gün batışlarını, deniz dalgalarının kumsala vuran sesler midir yoksa bu seslere kendini kaptıran martıların mı? Bir düşünüp de etrafıma baktığımda tüm görebildiklerimiz, etrafımızdaki tüm hareket eden her şey, tüm tanıyabildiklerimiz aslında ne kadar da kendi halindeler. Kendi hallerinden, kendi özlerinden bir an olsun uzaklaşmıyorlar. Ne kadar özenli yaşıyorlar kendilerini. Mevsimler yıllardır sırasını şaşırmıyor, güneş doğmak için acele etmiyor ya da batmak için dönüp durmuyor dünyanın etrafında; rüzgârlar bir daha böyle esmeyeceğim diye kendini bitirip ardından bir daha esmek için sabırsızlanıp yormuyor kendini. Yapraklar salınıp da toprağa kavuşmak için, karlar bir araya gelip erimekten korkmuyorlar belki de… Korkmadıklarındandır savunmasız kalmaya olan tahammülleri. Olur da kendimi bırakırsam eğer kaybolurum bunca kar tanesinin, beyaz bulutların arasında demeyişlerindendir. Belki de yeniden yeniden var oldukları için insanlar gibi ölüm korkusunu hissetmiyorlar derinden.

Etrafımda olup bitenlerin, kendimden başka yaşamların ve de yaşantıların ölüm korkusu var mıdır bilmiyorum ama ölüm korkusu yaşayan insanın ölümden değil de “bu dünyada içime sinerek yaşayamadım” demesi, korkutuyor diyebilirim. Peki nedir sizce içine sinerek yaşamak? Dünyanın tüm zevklerinden tatmak mı, daha çok iyi hissetmeye koşup durmak mı, yoksa aylarca çalışıp birkaç aylık tatili bekliyor olmak, okunacak yüzlerce kitabının olması mı yoksa “daha çok gidilecek mekânım var benim” diyebilmek mi? Ya da çalışmayı, üretiyor olmayı önemsemek mi ya da yaşamak sizin için birkaç anın bakır demliklerdeki birkaç çayla içini ısıtan sıcaklık mı? Yaşamak, derinlikli bağlar kurduğun insanlarla benzer mekânları paylaşmanın sevinci mi yoksa ben şimdi, buradaki hayatımı hatırlayacak mıyım diye sorduğun sorularına aldığın cevapların hepsi midir?  Yoksa içindeki şarkıların senden habersiz yüzyıllarca yaşayacak olması mı…  Belki biri belki hepsi, belki de birkaçıdır yaşamak denilen şeyin ömür saatlerine bölünmesi…

Ölümü hatırladıkça yaşama daha çok koşuyor, yaşamın neşesini, gecesini, gündüzünü daha çok benimser daha çok sever oluyoruz.  Çünkü yaşamın acısı içinde bile bir yaşama isteği vardır. Yaşama isteğine olan özlem vardır. Peki tüm bunlar… Bunca ev, sokak, denizlerin kenarında kaygısızca biten kamışlar, martıların dansı, kuşların tatlı cıvıltıları, akan zamanda hangi yönümüze ışık tutuyorlar? Tüm bunların hepsi insanlar için mi? Mesela kuşlar insanları görmeyince özlem duyuyor mu, denizler dalgalarını insanlara ulaştırmak için mi savuruyor yoksa rüzgâr insanın saçlarını savurmak için mi esiyor ya da tatlı bir ısıya ihtiyaç duyasın diye mi… Etrafımdakiler yaşama sevincini hissedeyim diye varsa eğer benim de bu sevinçlerden taçlar yapmam beklenmez mi? Acılarım olduğunda ölümü hatırlamam peki… Ölüm varsa bazen isteyerek bazen de istemsizce yaşadığım acıları kucaklamam gerekmez mi… Çünkü acıları da sevinçleri de kucaklayan bir ölüm var değil mi? Şimdiki sevinçlerini çoğaltan ve acılarını alıp götürecek olan ve senden geriye güzel anılarını senden habersiz etrafa saçacak yaşamın gerisinde kendini izleyeceğin bir ölüm… Ya da “bir tatlı yaşam telaşının” başak dünyalarda, başka başka mekânlarda, başka bir benle yaşayacak olanın gizemi midir ölümün getirecek olanları? 


İyi Okumalar 

Leyla TAŞTEMİR J J


SONSUZLUĞUN PERDELERİNİ KALDIRMAK

  SONSUZLUĞUN PERDELERİNİ KALDIRMAK Yaşamın içinde birbirinden habersiz ve zamansız çekilmiş boşluktaki fotoğraflarda buluyorum, dünyayla ...