Sabah güneşinin ilk ışıltıları,
buğusu üzerinde tüten demlenmiş çay, birkaç kuş sesi, güne hazırlanan araba
sesleri, bulutların güneşin önünü kapatmak için yarışırcasına salınımlı
hareketleri… Olmuş ya da olmasını istediğimiz hayata doğru “Bugün yeniden
başlıyorum.” dediğimiz günlerin başlangıcı… bu yaşamın hepsine doğru gidilen
her şey. Hayatı, hayatın yaşanmaya değer olan tüm izlenimleri her birimizde belki
her şeyi daha iyi daha iyinin içinde iyi’leri bulmak için yola koyar her sabah.
Bu, kimileri için bir sabahın erken saatleri, kimileri için günün bitimi,
kimileri için ise günlerin uzunluğu yılların kısalığıdır. Olmasını istediğimiz
her şeyi oldurma çabasından bir sürü şeylerin toplamıdır. Belkilere yer vermek
istemeyen insan doğamızın belirsizliklere katlanamayan gün izlenimleridir.
Oysaki belki de her şey tam da olması gerektiği gibidir. Böyle düşünmek biraz
da olsa iyi gelmez mi insana? Her şey gerçekten böyledir. Değiştirilecek yol,
gidilecek daha fazla yol yoktur. O yolun üzerindeki her şey hepsiyle uyumludur.
Belki de bu kadar olması, olması gerekene yaklaştığı yer, yalnızca böyle bu
kadardır. Bundan daha fazlası insanın kendi doğasına, kendi bedenine yüklediği
yüklerden başka değildir. İnsan olduğu kadar, olduğu haliyle güzeldir. Haliyle
insan da en çok kendisi olduğu zaman, kendisiyle bağ kurup yalnızca kendi
yolunda olduğu zaman yolu daha berrak ve gidilecek yolları belki de sandığı
kadar uzun olmadığı yerdedir. Peki insan yalnızca kendisiyle bağ kurduğunda
tamamlanmış olur, yoksa bir diğerinin varlığıyla mı tamamlanmış hisseder?
Tamamlanmışlık duygusu var mıdır gerçekten? Yoksa insan zaten tamdır ve öteki
dediğimiz insanlarla bağ kurduğunda bu tamlık hissinden mi yola çıkar. Modern
öğretiler insanın önce kendini sevmesinden kendini sevemeyenin başkasını
sevemeyeceğinden bahseder. Oysaki insan kendine biraz da ötekinden başlar
sevmeye. Bir ötekinin varlığıyla kendi sevgisinin varlığını keşfeder. Yani insan
kendi sevme biçimini görür. En çok kendini tanır severken.
Dünya üzerinde günler dediğimiz
birbirini ardı ardına geçerken bence insanın en çok sorguladığı şeylerden
birisi çok yaşamışlığı, az yaşamışlığı ya da yaşamın bazı taraflarına çokça
yetişip çok tüketmiş olması değildir diye düşünüyorum. Çünkü yaşamın en gerçek
tarafı ne yaşanımların içinde kaybolmak, ne çok anlam yüklemek ne de kendini
bir şeylerin uğruna hapsetmektir. Ölüm gerçekliği ve ölümden sonraki geri
dönülmezlik belki de tüm yaşanmışlıklara ya da yaşantılara daha şeffaf
bakmamızı sağlamaz mı? Belki de tüm bu geçirdiğimiz sürenin sevincine ve
acısına daha kabul edilebilir taraflar sunmaz mı? Kabul edilebilir tarafları birçok
insan için az olsa da insan yaşamının acı soluklarına sevginin iyileştirici ve
yatıştırıcı etkisi yetebiliyor. Yetebiliyor ve de insana iyi ki varım, iyi ki
buradayım dedirtebiliyor. Böylelikle şehirlerde, ülkelerde, farklı mekânlarda, dokularda ve yüzlerde kendini aramayı bırakıp
aynaya baktığındaki gerçek kendinle tanışıyorsun. Böylelikle de aslında
mekânlarda, uzaklarda, insanlarda veya yakınlarda kendini aramayı bırakıp,
doğduğundan beri sende yaşayan benliğinle gerçek bir tanışıklık yaşıyorsun. Belkilere
son verdiğim bu satırların sonunda tüm her yerde aradığım yaşamıma “tüm
arayışımın bitimi kendimdim” diyebiliyorum.
İyi
Okumalar
Leyla
Taştemir
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder