Gün
batımının güzelliğine, ışıltısına kapılırız bir akşamüstü. Işıltı rengini
etrafa, denize, dağa, en uzak uzak kıyılara savurur durur. Güneş ışığını,
kendinden mi alır yoksa gün içinde topladıklarını mı etrafına saçıp da gitmek
ister bilinmez. Bilinmezlikler gün batışlarını, deniz dalgalarının kumsala
vuran sesler midir yoksa bu seslere kendini kaptıran martıların mı? Bir düşünüp
de etrafıma baktığımda tüm görebildiklerimiz, etrafımızdaki tüm hareket eden
her şey, tüm tanıyabildiklerimiz aslında ne kadar da kendi halindeler. Kendi
hallerinden, kendi özlerinden bir an olsun uzaklaşmıyorlar. Ne kadar özenli
yaşıyorlar kendilerini. Mevsimler yıllardır sırasını şaşırmıyor, güneş doğmak
için acele etmiyor ya da batmak için dönüp durmuyor dünyanın etrafında;
rüzgârlar bir daha böyle esmeyeceğim diye kendini bitirip ardından bir daha
esmek için sabırsızlanıp yormuyor kendini. Yapraklar salınıp da toprağa
kavuşmak için, karlar bir araya gelip erimekten korkmuyorlar belki de…
Korkmadıklarındandır savunmasız kalmaya olan tahammülleri. Olur da kendimi
bırakırsam eğer kaybolurum bunca kar tanesinin, beyaz bulutların arasında
demeyişlerindendir. Belki de yeniden yeniden var oldukları için insanlar gibi ölüm
korkusunu hissetmiyorlar derinden.
Etrafımda
olup bitenlerin, kendimden başka yaşamların ve de yaşantıların ölüm korkusu var
mıdır bilmiyorum ama ölüm korkusu yaşayan insanın ölümden değil de “bu dünyada
içime sinerek yaşayamadım” demesi, korkutuyor diyebilirim. Peki nedir sizce
içine sinerek yaşamak? Dünyanın tüm zevklerinden tatmak mı, daha çok iyi
hissetmeye koşup durmak mı, yoksa aylarca çalışıp birkaç aylık tatili bekliyor
olmak, okunacak yüzlerce kitabının olması mı yoksa “daha çok gidilecek mekânım
var benim” diyebilmek mi? Ya da çalışmayı, üretiyor olmayı önemsemek mi ya da
yaşamak sizin için birkaç anın bakır demliklerdeki birkaç çayla içini ısıtan
sıcaklık mı? Yaşamak, derinlikli bağlar kurduğun insanlarla benzer mekânları
paylaşmanın sevinci mi yoksa ben şimdi, buradaki hayatımı hatırlayacak mıyım
diye sorduğun sorularına aldığın cevapların hepsi midir? Yoksa içindeki şarkıların senden habersiz
yüzyıllarca yaşayacak olması mı… Belki
biri belki hepsi, belki de birkaçıdır yaşamak denilen şeyin ömür saatlerine
bölünmesi…
Ölümü
hatırladıkça yaşama daha çok koşuyor, yaşamın neşesini, gecesini, gündüzünü
daha çok benimser daha çok sever oluyoruz.
Çünkü yaşamın acısı içinde bile bir yaşama isteği vardır. Yaşama
isteğine olan özlem vardır. Peki tüm bunlar… Bunca ev, sokak, denizlerin
kenarında kaygısızca biten kamışlar, martıların dansı, kuşların tatlı
cıvıltıları, akan zamanda hangi yönümüze ışık tutuyorlar? Tüm bunların hepsi
insanlar için mi? Mesela kuşlar insanları görmeyince özlem duyuyor mu, denizler
dalgalarını insanlara ulaştırmak için mi savuruyor yoksa rüzgâr insanın saçlarını
savurmak için mi esiyor ya da tatlı bir ısıya ihtiyaç duyasın diye mi…
Etrafımdakiler yaşama sevincini hissedeyim diye varsa eğer benim de bu
sevinçlerden taçlar yapmam beklenmez mi? Acılarım olduğunda ölümü hatırlamam
peki… Ölüm varsa bazen isteyerek bazen de istemsizce yaşadığım acıları
kucaklamam gerekmez mi… Çünkü acıları da sevinçleri de kucaklayan bir ölüm var
değil mi? Şimdiki sevinçlerini çoğaltan ve acılarını alıp götürecek olan ve
senden geriye güzel anılarını senden habersiz etrafa saçacak yaşamın gerisinde
kendini izleyeceğin bir ölüm… Ya da “bir tatlı yaşam telaşının” başak dünyalarda,
başka başka mekânlarda, başka bir benle yaşayacak olanın gizemi midir ölümün
getirecek olanları?
İyi
Okumalar
Leyla TAŞTEMİR J J
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder