SONSUZLUĞUN
PERDELERİNİ KALDIRMAK
Yaşamın içinde
birbirinden habersiz ve zamansız çekilmiş boşluktaki fotoğraflarda buluyorum,
dünyayla bağlılığı. Bir perdenin puslu yansıması, sonbahar yapraklarının kuru
hışırtısı, iç içe geçmiş oda kapılarının kahverengileri, neşeyi içine sığdırmış
kumların dinlenişi, akşam güneşinin duvara asılı sevilen bir resme düşen
ışıltısı… Tüm bu yapabildiğim betimlemelerde varlığımın sonsuzluğu beliriyor. Aynı
zamanda dünyayla bağlılık denildiğinde… Beliriyor, başlıyor ve kayboluyor. Şayet
boşluktaki tılsımlarla kurulan ünsiyet -bu bir fotoğraf da, bir ezgi de olabilir-
hiç bilmediğin ama kalbinin özlemini çektiği ruhunun bilmediği, hiç tanımadığı
çiçekleri koklatmayı özletmiyor mu insana? Ya da insana hiç tanımadığı yerleri
aratmıyor mu?
Her insan, kalbindeki
yankıların durağı ve bu yankılardan çıkan seslerin kendi merkezine giden
yokuşların, düzlüklerin şarkısı değil midir? Bu düzlükleri, kimisi küçük
yaşında, kimisi kendimi arıyorum dediği yaşta, kimisi sahiplenici “ben’ini”
yolcu ettiğinde, kimisi sevmeyi öğrenmek istediğinde, kimisi ise yalnızca
yokuşlara ve düzlüklere sarıldığında… “Sevgili uzaklar, benliğimden uzak düşmek
istemiyorum, demiyor mu?”
Kimisi yüzyılların
ötesinden seslenir, kimisi tarihin sayfaları, taş duvarları, çizilen parçaları…
Peki şimdi benim yaşadığım yüzyıl ya da şimdiye kadar yaşamış olan yüzyılların
ya da yaşayacak yüzyılların insanları için nasıldır durum? Başka bir tarif
yapılmış mıdır bizler için? Gökdelenler yarışırken ağaçlarla; sesler, bunca
gürültü duyurmuyorsa insana kendi sesini, mekanikleşme yerini alırken her gün
dönen dünya içinde… Benlik nasıl yaşanılır tüm bunların içinde? Hz. Fatıma
nasıl aranılır, nasıl yaşanılmak ister birçok zaman bu ıssız olan baş döndürücü
mekânlar arasında? Bu her gün birbirini takip eden eylemler, günü bitirmiş
olmanın verdiği geçici, küçük mutluluk kıvılcımlarıyla Hz. Fatıma’nın varlığı
nasıl bulunur? İnsan kendi benliğinde Hz. Fatıma’yı nasıl yaşar? Hz Fatıma’nın
tüm erdemlerini gösteriyorken kitaplar sayfalar boyu bilgilerle; onu aramak,
onu tanımak nerede, hangi mekânlarda bilinmek istiyor?
Yaşam kimileri için bir parça ekmek, bir parça
güneşle üşümekten koruyan güneş; kimileri için zaman kelimesinin bir illüzyon
olmayışı… Yaşam kimileri için bitimsiz bir eğlence, kimileri için daha gitmesi
gereken uzun yollar, kimileri için okuyacağı kitaplar, gezeceği yerler… Kimileri
için bir babanın evine ekmek götürme isteği, kimileri için çok fazla anlam,
kimileri için birkaç güzel hatıra, kimileri için bir secdenin asırları olurken;
kimileri için birbiri ardınca sıralanan gece ile
gündüz, baharla-yaz, yeşillerden griliğe giden mevsimlerin geçişleri… Ve tüm
bunların arasında kendinle kurduğun ilişkinin seni nereden alıp nerelere
götüreceğinin fotoğrafı, yani gönül bağlılıkların… Değil midir yaşam tüm bu
yaşadıklarımız? Hatta yaşamadıklarımız?
İnsanın
gönül bağlılığı olan kişiler ve mekânlar her zaman tüm yaşadıklarımızın içinde
naifçe çizdiklerimizin içindedir diye düşünüyorum. O yüzdendir “yaşam kimileri
için…” diye başlayıp uzun uzun bitiremediğim cümlelerim. Her nereye gidiyor ve
yaşıyorsan o yaşadıklarında gönül bağı kurduğun birlikteliğin yansımasından
başka kimse değildir. Gökdelenler olabilir, bu yüzyıllar sana ait olmayabilir,
kalabalıklarda kendini duymuyor olabilirsin ya da tüm yeşillikler senin
etrafında dönebilir. Uzak düştüğün yakınlıklar olabilir. Yakınlığı bulduğum
dediğinde bu bir rüya olabilir.
Bu nedenle Hz.
Fatıma olmak, mekânları kendine yük bilmediğin, kendi volkanlarından süzülerek taşıdığın
tüm inceliklerinin ahengi olabilir. İnsan olarak –kadın olarak- her nerede ve
hangi güçlüklerden geçmişsen ve yaklaşmışsan kendine “o anlatamadığın” olabilir.
Hoşluğunu taşıdığın davranışlarının seni temsil edişi olabilir. Kendini neyle
ve kimlerle tanımlıyorsan Hz. Fatıma’daki güzellik yansımaları benliğine
yakışır olabilir. Çünkü insan yakınlık kurduklarıyla anlaşılır. Sevdiklerine
benzedikçe eteğindeki incilerden vermek ister. Bu nedenle kendinde yaşamaya,
yaşatmaya çalıştıklarının artık senden kopup etrafa saçılan tüm ışıkları değil
midir Fatıma olmak? Yalnızca bu dünyada değil sonsuzluğunda olmak istediğin,
görünmek istediğin yokluk perdelerini kaldırmaktır. Eksikliğini hissettiğin
yokluklarına üzülerek çare aramak değil, eksik duyduklarını dillendirmektir iç
sesinle. Gittiğin, düştüğün, kırıldığın yerleri yok etmek değil unutmayı
dilemektir. Kelimelerinin gücü yettiğince zarif olmaktır. İyiyi yalnızca kendin
için istememek, yargılarında hükümsüz olmaktır belki de. İnsanı var edenle
kurulan birlikteliğin samimiyeti değil midir Fatıma olmak?
Bu nedenle şimdi ve burada bambaşka, hiç
bilinmeyen yönlerimizi yaşamamıza imkân var, imkânlar var. Bir başka düşünüş,
bir başka davranış, başka bir arayış mesela… Mesela hiç bilmediğimiz ünsiyet. Hiç
olmadığımız, varlığından habersizce yaşadığımız ve yaşayacağımız ama farkına
vardığımızda sonsuzluğumuzdaki perdeleri kaldıracak bir ben olmaya ihtiyacımız
var. Öncelikle de bu “ben’i” olmaya çalışırken Fatıma’ya olan ihtiyacımız var…
Leyla Taştemir